4.6 C
İstanbul
Pazartesi, Mart 3, 2025

TGSD’nin yeni başkanları Toygar Narbay ve Ümit Özüren göreve başladı

Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği’ne (TGSD) yeni dönemde...

Deri sektörü 1,5 milyar dolarlık ihracatla 7 yıl önceye geriledi

Türkiye’nin deri ve deri mamulleri ihracatı son...

Türk girişimi yapay zeka ile tekstil sektöründe su israfını önlüyor

Entertech İstanbul Teknokent bünyesinde faaliyet gösteren RNV.ai,...

1 Hour Shirt; hızlı modadan adil modaya

Fashion Revolution Germany ve döngüsel moda markası...

Nivogo: Türkiye’de ‘geleceği değiştiren moda’ döngüsel dönüşüm

Nivo (yeni) ve go (harekete geçmek) kelimelerinin...

Bego Jeans; temiz denimin hikayesi

Çevresel etkisi en yüksek tekstil ürünlerinden biri...

“300 milyon insanlık moda endüstrisi insan olmayı unuttu; çözümse ‘dilimizde’”

Özel Haberler“300 milyon insanlık moda endüstrisi insan olmayı unuttu; çözümse ‘dilimizde’”

- Haber Sponsoru -

Sürdürülebilirlik denince hemen hemen tüm sektörlerde olduğu gibi tekstil ve moda endüstrisi için de akla ilk olarak çevresel ayak izi geliyor. Çünkü su ve enerji kullanımı veya atık yönetimi gibi konuların somut etkilerini gözlemlemek ve bunları raporlamak daha kolay. Peki ya sosyal ayak izi? Firmaların sürdürülebilirlik raporlarında paylaştıkları toplumsal katkı, hayırseverlik faaliyetleri veya istihdam sayısına ilişkin bilgi ve veriler gerçekten sosyal sürdürülebilirlik kapsamına mı giriyor? Görülüyor ki, durum düşünüldüğü gibi değil.

Sosyal sürdürülebilirlik konusunun tam olarak neyi ifade ettiğini ve neden halen daha tam olarak anlaşılmadığını Cardiff Üniversitesi’nden Doçent Dr. Hakan Karaosman ile konuştuk. Moda ve tekstil tedarik zincirinin sürdürülebilirliği konusunda uzun yıllardır araştırmalar yapan ve uluslararası alanda önemli başarılara imza atan Karaosman, bir bilim insanı olmasının yanı sıra, aynı zamanda tekstil işçisi bir annenin çocuğu; dolayısıyla sektörün geleceğine ilişkin değerlendirmelerini ve çözüm önerilerini, sahadan edindiği gözlem ve deneyimleriyle de birleştirerek bizlerle paylaşıyor.

Cardiff Üniversitesi’nden Doçent Dr. Hakan Karaosman Görsel Kaynak: POLIMI School of Management
Cardiff Üniversitesi’nden Doçent Dr. Hakan Karaosman Görsel Kaynak: POLIMI School of Management

Öncelikle moda endüstrisinin insan odaklı bir sektör olduğunun altını çizen Karaosman, sektörün bugünkü durumunu “300 milyon insanlık moda endüstrisi insan olmayı unuttu” sözleriyle çarpıcı bir şekilde özetliyor. Bir etkinlikte dile getirdiği “Tekstil ve moda endüstrisinin duygusal sonuçları var” sözünü hatırlattığımızda ve burada tam olarak ne demek istediğini sorduğumuzda ise Karaosman şu açıklamayı yapıyor: “Dünya genelinde, insanların birbirinden duygusal olarak çok uzaklaştığı bir süreçteyiz. Ancak tekstil ve moda endüstrisinin duygusal sonuçları var. Biz sadece ürün, performans ve verimlilik odaklı bir yönetim sisteminden bahsediyoruz. Ancak makine olmayan fakat 10 saat boyunca aynı işi yapan bir insanın durumunu konuşmuyoruz. Markalar duygusal olarak tedarikçilerinden kopuk durumda. İş yetişmezse diye şef işçiye öfkelenip bağırabiliyor, çünkü şef de kendi başındaki sorumlunun ona kızmasından çekiniyor ve bu korku zinciri en tepeye kadar böyle sürüp gidiyor. Bu bağları yeniden gözden geçirmeliyiz.”

“Sürdürülebilirlik kavramını hala anlamadık”

Sürdürülebilirliğin bugün genellikle şirketler tarafından bir risk yönetim modeli olarak görüldüğüne ve temelde operasyonel verimlilik aracı olarak kullanıldığına dikkat çeken Karaosman öncelikle konunun doğru anlaşılması gerektiğini vurguluyor: “Sürdürülebilirliğin 1987’de resmi tanımının yapılmasının ardından 38 yıl geçti, ancak bugün hala aynı sorunları konuşuyoruz. Sürdürülebilirliğin ne demek olduğunu ve Ekonomik – Sosyal – Çevresel ayaklardan oluşan Üçlü Karar Faktörü modelinin nasıl kullanılması gerektiğini hala anlamadık. Bunları anlamadan ekonomik, sosyal ve çevresel değerleri bir araya getirmemiz mümkün değil. Bunun yanı sıra halihazırda bu üç küme arasında bütüncül bir yaklaşımı zorlaştıran çatışma noktaları da var. Bunları konuşmamız lazım. Sözün özü, hastalığın ana nedenine değil yan etkilerine odaklanırsak sorunu çözemeyiz, ancak gelip geçici iyileşmeler görebiliriz.”

Sürdürülebilirlik nedir, ne değildir?

1987 yılında Birleşmiş Milletler Brundtland Komisyonu sürdürülebilirliği “gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılayabilme olanaklarını riske atmadan bugünün ihtiyaçlarını karşılamak” olarak tanımladı.

İş dünyası için konuşacak olursak sürdürülebilirlik, bir şirketin esas olarak karlılığını artırıp maliyetlerini düşürerek finansal bir devamlılık sağlaması ve yanında da sosyal ve çevresel iyileştirmeler yapması anlamına gelmiyor; bir şirketin işleyişinin hem ekonomik (yalnızca finansal değil) hem sosyal hem de çevresel boyutta devamlılık göstermesini ifade ediyor.

John Elkington’ın 1994 yılında ortaya koyduğu Üçlü Karar Faktörü (TBL) modeli, şirketlerin bu üç boyutlu etkilerini inceleyen bir sürdürülebilirlik çerçevesi sunuyor   Görsel Kaynak: Freepik
John Elkington’ın 1994 yılında ortaya koyduğu Üçlü Karar Faktörü (TBL) modeli, şirketlerin bu üç boyutlu etkilerini inceleyen bir sürdürülebilirlik çerçevesi sunuyor Görsel Kaynak: Freepik

John Elkington’ın 1994 yılında ortaya koyduğu Üçlü Karar Faktörü (TBL) modeli, şirketlerin bu üç boyutlu etkilerini inceleyen bir sürdürülebilirlik çerçevesi sunuyor. Modelin ana fikrini mevcut ekonomik sistemin revize edilerek kar odaklı yaklaşımdan 3 ayaklı bütüncül bir yaklaşıma geçilmesi oluşturuyor:

Ekonomik karar faktörü kapsamında; yalnızca kurumsal sermayenin sürdürülebilirliği değil, şirketin içinde bulunduğu ekonomik çevreyle olan ilişkisi de değerlendiriliyor. Adil çalışma ücretleri ve şirketin faaliyetlerinin tedarikçilerinin işlerinin sürdürülebilirliğine olan etkisi buna örnek verilebilir.

Sosyal karar faktörü ile şirketin içinde bulunduğu toplumsal yapıyla olan ilişkisi ölçülüyor. Yalnızca hissedarların değil çalışanlar, aileleri, tedarikçiler ve müşteriler dahil tüm paydaşların şirket faaliyetlerinden nasıl etkilendiği göz önüne alınıyor. Bu kapsamda örneğin şirketin insan haklarını daima göz önünde bulundurması, cinsiyet eşitliği, güvenli ve temiz çalışma ortamı sağlanması yer alıyor.

Çevresel karar faktörüyle ise şirketin, doğalında döngüsel bir yapıya sahip olan ekolojik sistemle olan uyumu ve ilişkisi değerlendiriliyor. Bu doğrultuda, örneğin şirketin yatırım kararlarında ve ham madde seçiminde bu çevresel düzen ile uyumluluk göstermesi bekleniyor.

Sürdürülebilirlik 3 kümeye ayrılsa da bunlar aslında iç içe geçmiş bir yapıda bulunuyor. Çevreye verilen zarar yalnızca ekolojik dengeyi bozmakla kalmıyor, örneğin temel bir insan hakkı olan temiz su ve gıdaya erişimi riske atarak sosyal anlamda, toprağı verimsizleştirip ekonomik üretimi sekteye uğratarak da ekonomik anlamda olumsuz etki yaratıyor.

“Sosyal hedeflerdeki ilerlemeyi ölçmek zor, bu uzun vadeli bir süreç”

Çevresel ve ekonomik hedeflerin daha rakamsal oldukları için ölçümlerinin de daha kolay olduğunu belirten Doçent Dr. Hakan Karaosman; “Öncelikle şunun altını çizmemiz lazım. Biz sosyal sürdürebilirliğe baktığımız zaman çok uzun vadeli ve ölçümü zor konuları konuşuyoruz. Markalar sosyal hedeflerini açıkladıklarında, biz daha sonradan geriye dönüp buradaki ilerlemeyi anlayamıyoruz. İşte o yüzden sosyal anlamda konular biraz geriden geliyor. Kısa vadede bir geri dönüş olmayacağını bilerek adımlarımızı sabırla atmalıyız” diyor.

“Araştırmalar gösteriyor ki; mevcut denetim mekanizmaları doğru ölçüm yapamıyor, veriler manipüle ediliyor ve aslında gerçeği ortaya çıkarmaya çalışan denetimler aksine işçiyi oldukça zor durumda bırakabiliyor”   Görsel Kaynak: Remake
“Araştırmalar gösteriyor ki; mevcut denetim mekanizmaları doğru ölçüm yapamıyor, veriler manipüle ediliyor ve aslında gerçeği ortaya çıkarmaya çalışan denetimler aksine işçiyi oldukça zor durumda bırakabiliyor” Görsel Kaynak: Remake

“Sorunları çözmenin temel yolu sosyal diyalog”

“Konuşmanın başında ekonomik, sosyal ve çevresel kümeler arasında bütüncül bir yaklaşımı zorlaştıran çatışma noktaları var demiştim. Bunları çözmenin en temel yolu sosyal diyalog mekanizmalarıdır. Onun için bizim sahada insanlar ile olmamız lazım” diyerek alanda çalışanlarla birebir etkileşimde olmanın önemini vurgulayan Karaosman, kendisinin de Türkiye’de 7 ayını geçirerek çok sayıda ilde tedarikçileri gezdiğini ve onlarla konuştuğunu belirtiyor. Karaosman bölgeden bölgeye kullanılan teknik terimlerin ve kelimelerin bile farklılaştığını ve bu nedenle standardize edilmiş bir dille diyalogların amacına ulaşamayacağının altını çizerek: “Tekirdağ için geçerli olan Mardin’e uymaz. Biz, elimizde 30 tane standart soruyla bütün tedarik zincirlerini ölçemeyiz” diyor.

Aslında markaların da pilot proje olarak sahaya indiklerini anlatan Karaosman, ancak bu noktada bazı problemler olduğuna dikkat çekiyor: “Moda markalarının dahil olduğu Yönetim Sistemleri bulunuyor ve bunlar çoğunlukla üçüncü parti denetimciler üzerinden ilerliyor. Ancak araştırmalar gösteriyor ki; mevcut denetim mekanizmaları doğru ölçüm yapamıyor, veriler manipüle ediliyor ve aslında gerçeği ortaya çıkarmaya çalışan denetimler aksine işçiyi oldukça zor durumda bırakabiliyor.”

Ayrıca denetçilerin ücretlerini de moda markalarının değil tedarikçilerin ödediğini belirten Karaosman sürece ilişkin şu bilgileri paylaşıyor: “Türkiye’de üreticiler daha fazla para kazanabilmek adına sunduğu şartları kabul ederek uluslararası büyük markalarla çalışmayı tercih ediyor. ‘Onun şartları buysa uymak zorundayım’ diye düşünüyor. Ancak markaların talepleri bu kadar pahalıya mal olduğu için tedarik zinciri sorunlarımız çözülemiyor.”

“Bu karmaşık tedarik zinciri yumağını biz yaptık, çözmek de bizim elimizde”

“Tedarik zincirinde işler çok yoğun ve bu karmaşada kimsenin sahaya inecek vakti yok. Esasında sorunları çözememe nedenimiz tam olarak bu karmaşıklık. Ancak altını çizmek isterim; tedarik zinciri insan ürünüdür. Bu karmaşık tedarik zinciri yumağını biz yaptık, çözmek de bizim elimizde” diyerek geleceğe ilişkin umutlu olduğunu belirten Karaosman sözlerine şöyle devam ediyor: “Doğru pratiklerin, doğru çözüm önerilerinin neyi nasıl değiştirmesi gerektiği sorusunun cevabını tedarikçiler biliyor. O yüzden tedarikçilerle konuşmak ve etkinliklerde onlara yer vermek çok önemli. Açıkçası ben de artık davet edildiğim etkinliklere tedarikçiler de varsa katılıyorum.” Geçmişteki bir konuşmasında gerçekten işçilerin sesinin çıkartılacağı, işçilerin veya çiftçilerin sahnede olacağı bir etkinlik fikrini sunduğunu ve bunun oldukça beğenildiğini söyleyerek, ancak sonrasında konuya ilişkin herhangi bir eyleme geçilmediğini de sözlerine ekliyor.

“Hepimizin birbirimize ihtiyacı var. Bu nedenle ego savaşlarına girmeden gerçekten aynı şeyi söylemeye çalışanların birbirini desteklemesi lazım”   Görsel Kaynak: Remake
“Hepimizin birbirimize ihtiyacı var. Bu nedenle ego savaşlarına girmeden gerçekten aynı şeyi söylemeye çalışanların birbirini desteklemesi lazım” Görsel Kaynak: Remake

İşçilerin çalışma koşullarını ve sorunlarını görünür kılmaya yönelik aktivizim hareketlerinin sosyal sürdürülebilirlik için nasıl bir katkı sunduğunu üzerine de görüşlerini aldığımız Karaosman, bu tür kampanyaların dönüştürücü güce sahip olduğunu ve kendisinin de bizzat destekçisi olduğunu söylüyor: “Yönetim kurulunda bulunduğum Remake pandemi zamanında milyarlarca borç ödemesi yapılmayan işçiler için #payup kampanyasını başlattı ve bu sayede o işçilerin borçları ödendi. Dolayısıyla burada kolektif bilinci yaratabilmek çok önemli. Hepimizin birbirimize ihtiyacı var. Bu nedenle ego savaşlarına girmeden gerçekten aynı şeyi söylemeye çalışanların birbirini desteklemesi lazım.”

“Biz tüketici değiliz, paydaşız”

Son olarak tüketicilerin sürdürülebilirlikteki rolünü sorduğumuz Doçent Dr. Hakan Karaosman, ilk olarak tüketici kelimesini doğru bulmadığını, bunun yerine paydaş denmesi gerektiğinin altını çiziyor: “Bu pasif misyonlardan ve ayrıştırıcı dilden uzaklaşmalıyız. Hepimiz hem tüketen hem üreten paydaşlarız. Tüketen paydaşlar olarak ise bizim en büyük gücümüz satın alma gücümüz ve bunu akıllıca kullanmalıyız.

Greenwashing’in (Yeşil Aklama) sosyal taraftaki karşılığı olan Bluewashing (Mavi Aklama) konusuna da dikkat çekmek istiyorum. Biz, Bluewashing terimi yerine kıymetli dostum, çalışma arkadaşım ve süpervizörüm Prof. Donna Marshall ile birlikte Social Offsetting (Sosyal Dengeleme) ismini koyduk. Burada sosyal olarak negatif etki yaratan firmaların bunu pazarlama yoluyla kapatmaya çalışmasını kastediyoruz. Örneğin talep üzerine üretim yapan ve tüketici öncesi hiç bir atığı bulunmayan bir firma kendini oldukça sürdürülebilir gösterirken, tüketici sonrası atıklara değinmiyor. Operasyon yönetimi literatüründe ‘Çöp giren çöp çıkar’ diye bir tabir vardır. Zaten kullandığınız ürün çöp oluyorsa, siz aslında bir çöp satın alıyorsunuz. Bunu uzun vadeli kullanma şansınız yok.”

“Zaten kullandığınız ürün çöp oluyorsa, siz aslında bir çöp satın alıyorsunuz. Bunu uzun vadeli kullanma şansınız yok”   Görsel Kaynak: Freepik
“Zaten kullandığınız ürün çöp oluyorsa, siz aslında bir çöp satın alıyorsunuz. Bunu uzun vadeli kullanma şansınız yok” Görsel Kaynak: Freepik

Konuşmamızın sonuna gelirken sosyal diyalog mekanizmaları yaratmanın önemini bir kez daha hatırlatan Karaosman, sözlerini şöyle noktalıyor: “Biz istediğimiz kadar yapay zeka veya teknolojik çözümleri sihirli bir çözüm yaratacakmış gibi konumlandıralım, eğer sizin işletme modelinizin tek amacı para kazanmak ve gelirinizi artırmaksa, o gelirinin artışı eşittir tedarik zincirinde yarattığınız negatif etki olur. 2 euroya üretilen bir tişört, o tedarik zincirindeki çalışanların geçimini sağlamasına yetecek bir maaş veremez.

Eğer biz sosyal adaletten konuşuyorsak, bunun 3 tane alt başlığı vardır. Bir tanesi ilişkiler. Aramızdaki iletişim ne kadar sağlam ve karşımdakinin benimle konuşma şeklini değerlendirmem ne kadar pozitif? Çünkü eğer negatifse bu adaletsizliğe giriyor. İkincisi karar alma süreçleri. Bu ne kadar kapsayıcı? Siz bir şeyin kararını alırken beni ne kadar kapsıyorsunuz? Üçüncüsü de risk ve fayda dağıtımı. Ben riskleri ve faydaları ne kadar paylaştırıyorum? Modern endüstrileşme bunların hepsinden sınıfta kalıyor. Çünkü zaten modern endüstrileşmenin hayatta kalmasının nedeni dışlama, yani kapsayıcılığın tam karşısındaki terim. Dolayısıyla bu sistemsel bir sorun ve bunu çözmek uzun süreçli bir yolculuk. Yineleyecek olursak, bu yolculuk için yapılması gereken tek şey bütün paydaşlarla uyumluluğu sağlamak için sosyal diyalog mekanizmaları kurmak. Bu uyumlanmayı sağlayan çok güzel ülkeler var ve bunların çoğu Güney’deki kabile ülkeleri. Çünkü bu insanlar zaten doğası gereği hayatta kalma mücadelesi vermeleri gerektiği için doğa ile nasıl yaşanması gerektiğini çok iyi biliyor. Ama karar alıcılara baktığımızda bunlar Kuzey ülkeleri. Nasıl Güney ülkeleri gibi yaşayacağımızı Kuzey ülkelerinden öğrenemeyiz. Sorun da tam olarak bu ve çözümü de yine burada yatıyor.”

Diğer haberlere göz atın

Yazarın diğer haberleri

Diğer etiketlere göz atın:

En çok okunan haberler